HER ŞEY NASIL BAŞLADI?
3 Mart 2008. Hemingway’le Cervantes’in beni Nevizade’de bulup izin falan istemeden karşıma oturdukları ve sakin bir tavırla bira istedikleri tarih… Saat 19.00 civarı... Dr Sayko’yu bekliyorum. Hafif sarhoşum. Tipleri, fotoğraflardan ve çizimlerden hatırladıklarıma tıpa tıp benzese de gevşek bir şekilde gülmeye devam ediyorum, onlar konuşurken. İnanmıyorum tabii ki söylediklerine. Ellili yaşlara ayak basmış iki deli var karşımda. Bir dakikamı rica edip, yarım saat kadar anlatıyor da anlatıyorlar. İddia ettikleri şey, bir buçuk yıl kadar önce birden Türkiye’de vücut buldukları. Sadece kendilerini burada bulmakla kalmamışlar. Artık Türkçeden başka bir şey kullanamıyor, dillerini de hatırlamıyorlarmış. Ölü sayıldıkları için ünleri peş para etmiyor, yazı kabiliyetleri de işe yaramıyormuş. Reenkarne olmaları, üstelik de bu ülkede reenkarne olmaları, onlara verilen adi bir cezadan başka bir şey değilmiş. Gözlerini bir bankta açtıklarından beri sürünüyor, nerede ne kötülük yapıp da bunları hak ettiklerini merak ediyorlarmış. Hemingway, bir kaportacının yanında yalvar yakar iş bulsa da asgari ücret bile geçmiyormuş eline. Cervantes kağıt topluyor, ayın yarısında aç geziyor, eski bir evin bodrumunda sığıntı olarak yaşıyormuş. Bu arada, üstlerinin başlarının döküldüğünü sadece ben değil, bardaki herkes çok iyi görebiliyor. Garsonlar, bu iki herifin beni rahatsız edip etmediğini öğrenmek üzere etrafımızda geziniyor, biraları ödeyecek paraları var mı diye merak ediyorlar. Bense üçüncü bardağımı da bitirmiş, bir tane daha söylüyor, karşımdaki yaşlıların kendinden emin tavırlarını anlamlandırmaya çalışıyorum. Sohbet koyuldukça eski yaşamları hakkında verdikleri ince detaylar artıp yüzüme sıvanmış alaycılıkta çatlaklar oluşturuyor. Bir saat daha geçiyor. Dr Sayko arayıp hala yolda olduğunu söylüyor. Karımın telefonu geliyor peşisıra. Ne zaman geleceğimi soruyor. Annem bizde. Bebeğimiz Boray, namı diğer Torpido on sekiz günlük. Aramızda onunla ilgili bir sohbet geçince içim sevinçle doluyor. Telefonu kapattığımda aynı sevinci yaşlıların da gözünde görüyorum. Hafif kıllanarak, abicim, diyorum, kaşlarını karizmatik bir şekilde dikmiş, üstten beni izleyen Hemingway çakmasına. “Tamam, diyelim ki inandım, siz osunuz. Ama beni nereden buldunuz? Niye bana anlatıyorsunuz yani bunları?” Sohbetin kilit noktası da bu soruyla ortaya dökülüyor. Dört ay kadar önce Feshane’de, dandik haftasonu şenliklerinden birinde, ek olarak temizlik işi kaptıklarında tanışmışlar birbirleriyle. O günden beri, kaportacının yüklüğünde beraber yatıyor, bu bedbaht sondan nasıl kurtulacaklarını düşünüyorlarmış. Sonunda, akıllarına şu aşırı parlak fikir gelmiş. Demişler ki, halimizden anlayacak bir yazar bulalım. Aha, diyorum tam da bu anda, içimden. “Bize inanacak, tekrar hayata tutunmamıza yardımcı olacak biri…” “Hımm,” diye hımlıyorum bunu duyunca. Onlarsa devam ediyor. Araştırıp ellerindeki seçenekleri beşe indirmiş ve bizi yakından takibe almışlar. “Eee,” diyorum dayanamayıp. “Niye ben peki?” Cervantes olduğunu iddia eden öbürüne bakıyor. Hemingway yutkunuyor. “Aralarında en tuzu kuru görünen sendin doğrusu diyor.” Devam ediyor sonra. “Hayalcisin, hafif safsın. Yani biraz, öyle şapşallık düzeyinde değil tabii. İyisin. Dürüstsün. Büyük bir evde kalıyorsun…” Son cümleyi duyar duymaz, “Yeter yeter,” diyerek susturuyorum onu. “Yani naapabilirim ki ben şimdi?” diyorum hafif gıcık olmuş bir şekilde. “Ne umuyorsunuz ki? Bizimle aynı evde kalabileceğinizi mi? Evimiz büyükmüş. Yok artık. Safmışım, iyiymişim. Sizin ölmüş iki büyük yazar olduğunuza inanacak kadar da saf değilim arkadaş!” Bakıyorum sırayla ikisinin de gözlerine. Onlar da bana bakıyorlar soru dolu. Burada hikayeyi kesebiliriz. Tanışmamız işte böyle oluyor. Bir saat daha oturuyoruz orada. Dr Sayko da geliyor. Filmi bir saat öncesinde seyretmeyi bırakmış bir seyircinin, geri döndüğünde dumur olacağı sahneler yaşanıyor artık. Şapır şupur biralar içiliyor. Yaşlıların anlattığı hikayelere neredeyse bütün bar gülüyor. Sarılıyor öpüşüyoruz arada. Sonra kol kola bardan çıkıp eve gidiyoruz. İnanmak ne kelime. Ernest, Cervo falan diyor, omuzlarına patlatıyorum artık şaplağı. Süper bir fikrimiz var. Düşündükçe kıkır kıkır gülüyoruz. Torpido Kafa’nın iki dedesi var artık, diyor Ernest. Bizim elimizde büyüyecek kerata. Kapıyı Aslı açıyor. Karım yani. Bize bakıyor. Yanımdaki yaşlıların kim olduğunu anlamaya çalışıyor. Kucağında, gözlerini odaklamaya çalışırken şapşal bir gülüşle bir zamanlar bir hayli meşhur olan dedelerine bakıyor Boray. İçeri geçiyoruz neşe içinde. Ben, bakıcı almayı düşünüyorduk ya karıcım, işte buldum, hem de aynı paraya iki tane, laflarına nasıl başlıyayım diye düşünüyorum. İşte hikayemiz böyle başlıyor. Ernest’le Cervo, ev işlerini ve Boray’ın bakımını üstlenerek evimize kapağı atıyorlar.
Sonuç olarak, aradan dört aya yakın bir zaman geçti ve anlayamadığım şey şu: Hadi ben sarhoştum. Başıma neler geleceğini anlayamadım. Evet ama, karımın aklından zoru neydi? İşte bunu bir türlü çakamıyorum…